5 Kasım 2019 Salı

İki Kadeh Şarap Ve Yağmur




                             I

 Kadıköy’ün erken sessizleşen sokaklarında
 Damarlarımda iki kadeh şarap…
Ve tenime değen yağmur
Ve ben
Ve yalnızlığım
Yürüdük

Saat gece yarısını çoktan geçmişken;
Sarhoş etmeyen iki kadeh şarap
ve ıslatmayan yağmur
ayrı bir keyiftir
Sakin, karanlık bir Kadıköy gecesinde
attığım her adım ıslak ve
 biraz çakır keyif…

Ben iki kadeh yağmur içseydim
birazda şarap yağsaydı
daha bir güzel olurdu
Kadıköy’ün erken kimsesizleşen sokakları





                 II

Ama ben iki kadeh şarap içmiştim
Ama yağmur sadece tenime değiyor
                                   kayboluyordu

 (izi kalıyor muydu hatırlamıyorum.)

Ama Kadıköy’ün karanlık sessizliğinde
           Yürüdük yalnızlığımla

Sadece iki kadeh şarap mıydı
                                        keyiflendiren?
 Yoksa tenime değen yağmur mu?

Bir de iki kadeh yağmur içseydim
Ve şarap yağsaydı iliklerime dek
daha bir sarhoş olurdu,
               Kadıköy’ün hüzünlendiren sokakları
daha bir yalnız olurdu,
             Kadıköy, ben…


                                   Damla
                                   25mart2007
                                          03:18
         (saatler ileri alınmışJ 04:18)


31 Ekim 2019 Perşembe

ateş böceği




ateş böceği kendindeki ateşi bilmez,
ateşe uçar daima.

gözünü alan büyük ateşin
tek bir damlasının bile kendisini yakacağını
belki bilir belki bilmez.

ateşin kızıl büyüsüne kaptırmış gönlünü;
içindeki ateşi, yansıması sanır
gözünü kör eden büyük ateşin                                                                                       
oysa içindeki ateşe koşanlar da vardır
bilmez ateş böceği...                                                                                           
durmadan ateşe koşar
belki de neden koştuğunu hiç bilmez

  nedenleri sorgulamaz ateş böceği

                                  27 haziran 2006

30 Ekim 2019 Çarşamba

ya hayallerim?



kalabalık hatıralar 
tenhalaştırır beni
kuşku gömleklerimi sırtıma yükleyen onlar...

sınavlarda barajı aşamayan
eli dönse dili dönmeyen bir adam oldum çıktım

kuşkular üşüttü geleceğimi avucumda
düş korkusu döndürdü başımı

şiir mi tuttu yoksa dünya mı ağır?
başımı döndüren ne?

satırlara ektiğim düşlerim
karanlığa gömülüp şiirimi yuttu.

Hazırlanmadan yenildim
çiğnenen hayallerim...

                               2011- Nisan


24 Ekim 2019 Perşembe

An'ı Biriktirmek



AN’I BİRİKTİRMEK

Ezelden beri severim an'ı biriktirmeyi. Anı biriktirirken an kaçıracağım, diye de hep korkarım. O yüzdendir benim fotoğraflara, fotoğraf çekmeye düşkünlüğüm.
Küçük bir çocukken annemin ve babamın siyah beyaz başlayan sonra 90'lara doğru renklenen fotoğraf albümlerini karıştırmayı da çok severdim. Bir kısmı hiç tanımadığım insanlar, bir kısmı akraba diye bana tanıtılan onlarca insanın o an neler yaşamış olabileceğini hayal ederdim. Ne konuşuyorlardı fotoğraf karesine düşmeden iki dakika evvel de bir fotoğraf çektirdiler acaba? Kim bilir nelere gülüyorlardı ve an'ı kaydetmek istediler. Kime göstermek istediler o an'ı? Belki birilerine göstermek değildi de  kendilerine "Yaşadım."ın kanıtı olarak  kaydettiler o anları? Bunlar gibi bir sürü şey geçerdi aklımdan o albümlere bakarken. O yaşlarda başladım ben işte kurgulamaya. Fotoğraflardaki an'ları canlandırırdım gözümün önünde. Fotoğraftan önceki dakikaları yaşatırdım zihnimde. Fotoğrafı çeken kişi olurdum çoğunlukla, yani oyunun/an’ın gizil kahramanı. Şimdiki aklım olsa bir kenara yazardım. Bugünkü cümlelerimle yazamazdım belki ama en azından elimde olurdu zihnimden geçenler. Keşke akıllı telefonlar benim çocukluğumda olsaydı diyorum, böyle zamanlarda.
Albümleri elime alıp saatlerce bakardım. Çok severdim fotoğrafları tek tek incelemeyi. Kendi bebeklik fotoğraflarımı görmek de hoşuma giderdi ama en çok anne ve babamın benden önceki hayatlarını yansıtan fotoğraflar ilgimi çekerdi. Onların siyah beyaz fotoğrafları ama rengarenk hayatları beni büyülerdi. Televizyonda izlediğim Türk filmlerindeki gibi giyinen annem ve babamın hayatına sızmış hissederdim fotoğrafları elimdeyken. Veee en sevdiğim fotoğraflar birilerine gönderilmiş ama sonra yine bir şekilde bize gelmiş(ki muhtemelen tek kopyası olduğu için arkasındaki mesajı ilettikten sonra bir sohbet esnasında geri verilmiş) ya da bize birileri tarafından gönderilmiş fotoğraflardı. Amcam çekmiş mesela askerden babama yollamış. Anneme gelmiş mesela bir arkadaşından çocuklarının fotoğrafı. Yılbaşı tebriği olarak teyzem oğulları ile fotoğrafını yollamış. Bayram kutlaması için annemin kuzenleri okullarında çekilmiş bir fotoğraf yollamışlar.... Arkalarındaki yazıları okumaya bayılırdım. Aslında gayet resmi ama o kadar da samimi cümleler. “Ablacığım, Onur ve Okan büyüyor, bizler iyiyiz. Ahmet ağabeyim nasıl? Kızlar nasıl? Bayramda köyde görüşürüz inşallah. Sizlerin ellerinizden, kızların gözlerinden öperim. Yeni yılınız hayırlı olsun.  Kardeşin.”
Şimdi nasıl kutlanıyor yılbaşı, bayram? Çoğunluk bir sms ile geçiştiriliyor. Eskiden her şey daha mı özenliydi yoksa? Bu da ayrı bir konu, evet dağılmayayım. 
Fotoğrafı çeken kişide kalırdı çoğunlukla o yıllarda fotoğraflar. Paylaşmak çok zordu, hele ki anında… Fotoğraf makinesinin içindeki rulo dolacak, bir fotğraf baskıcısı bulunacak, yanmadıysa kim bilir kaç zamandır gün ışığına çıkmayı bekleyen fotoğraflara kavuşulacak. Zahmetli ve maliyetliydi de bu işlem. Belki birkaç kişiye daha çoğaltılırdı çok çok. Film rulolarına gözü gibi bakılırdı, rulo ışık görmemeliydi. Makinanın arkası kesinlikle açılmamalıydı aksi takdirde gitti tüm an’lar. Tabi bir de o zamanlarda poz verilince hemen, bir kerede çekilirdi fotoğraf, tekrarı yoktu pozların. “Beğenmedim, sil; yenisini çek.” demeler yoktu. Gözünüz kapalı çıkabilirdiniz ya da konuşurken yakalanmış olabilirdiniz an’a. Hey gidi, hey… Keyfi de oradaydı belki.
Neden fotoğraf çektirir insan? Neden an’ı yakalamak ister?
Yazımın başında da dedim ya ben, başkalarını bilmem ama korkarım unutmaktan. O yüzden her mutlu olduğum an’ı yakalamaya çalışırım. An geçip giderken geçmişe doğru; biz hep yol alıyoruz yarına. Yarın, dünü hatırlar mı insan her zaman? Yakın zamanları belki ama ya öncesi... Hatırlamak istemediklerimiz de olabilir belki fotoğraflarda ama onlar bile bizi, biz yapan an’lar arasındadır. Unuttuklarımız ve unutmak istemediklerimiz hepsi bugünün temeli değil midir?  Unutmak istediklerimi bile üzerinden yıllar geçtikten sonra fotoğraflarda görmek farklı bir haz verir bana. Hüzünle karışık bir mutluluk… Ben,  oldum sayenizde derim fotoğraflara bakıp o an’daki insanların gıyabında.  Bu cümleyi kalbimden ya da dilimden geçirdiğimde ise affederim geçmişi, geçmişte beni kıranları… O yüzden an’ı severim.
Peki, hep mutlu an’larda mı fotoğraf çektirir insanlar?
Benim mesela ağlarken çekilmiş fotoğraflarım var. Kim çekmiş, neden çekmiş bilmiyorum. Farkında olmadan bana o an’ları da unutma mı demek istedi çeken kişi bilmiyorum. “Sadece kahkaha atmıyorsun sen, hıçkıra hıçkıra ağladığın an’lar da var.” demek istedi acaba? O fotoğrafları gördüğümde çok net hatırladım o gün ne olduğunu ve ne için gözyaşı döktüğümü. Ama bir fotoğraf var, liseden üç arkadaşım, kardeşim ve arkadaşlarımdan birinin kardeşi; bir kanepede dizilmişiz “süphaneke boncuğu” gibi, hepimizin dişleri reklam çekimine hazır ve nazır… Kızları hatırlıyorum, fotoğrafın zamanını da saçımdan, kaşımdan üniversitenin ilk yılında çekilmiş,  diye tahmin ediyorum. Ama bir türlü bu ekip neden bir araya geldi, hatırlayamıyorum. Lisede okuyan kardeşim, biri benimle İstanbul’da okuyan, biri Balıkesir’de okuyan arkadaşlarım ve liseden manevi kız kardeşim ve kardeşi… Hatırlamıyorum.
Demek ki an’ları yakalasam da anıları her zaman yakalamak mümkün olmuyor maalesef. Anı biriktirin bol bol, benim gibi an’ı biriktirecekseniz de yazın anlarınızın arkasına: şu gün, şu saat, şu dostlar, şunun için birlikteyiz. Yeni, keyifli an’lar biriktirmeniz dileğimle….


17 Ekim 2019 Perşembe

şiirimsi


               


               Ay seni hatırlatır bana  
                    Fenerbahçe parkını
                                       yıldızları
                                            gölgemizi
                              gecenin ayazına karışan nefesimizi
                                   Ay bizi hatırlatır bana
                                         O yüzden sevmem ben dolunayı 

                                                                       17.10.2019


11 Ekim 2019 Cuma

yansı kadın




Beşiktaş-Kadıköy vapurunda bir kadın…
Saçlarının kırmızısı soluk,
yüzü beyaz, yılların yorgunluğu bakışlarına sinmiş.
Geçti oturdu karşıma
(Ne kadar da anneme benziyor.)
Ben ona bakıyorum, o bana bakıyor (çaktırmadan)
Elleri beyaz, yorgun, lekelenmiş.
Gözleri kaygı dolu, ürkek…
Bacak bacak üstüne atışı aynı annem
Omzunda yaşanmışlığın izleri…
Kadın kırgın, durgun, alımlı…
Vapur Kadıköy’e yanaşmış.
Kadın öylece duruyor, geçen zamana inat.
Son kez bakıyorum kadına, kaçamak
Vapurun camında rastlıyorum bana.
yüzüm/ruhum karışmış .

                                                 1 Nisan 2011


9 Ekim 2019 Çarşamba

Hani Olur ya Bazen....



hani olur ya bazen, kaçarsın her şeyden
hani olur ya bazen, şarkı biter aniden
işte böyle günlerde, hep uyumak istediğinde
tam da böyle günlerde; umudu büyüt içinde... (radikal noise)



Benim de kulaklarımda günün sesi; elim, ayağım rutin işler meşguliyetindeyken telefonum çaldı. Numara telefonumda kayıtlı olmasına rağmen isim çıkmamıştı. Teknolojinin akıl erdiremediğim noktalarından biridir bu da. Akıllı telefon aptallaşıverir(iki ayrı yerde kayıtlı diye ismi çıkaramaz ekrana) 7-8 yıl ara verilmiş bir arkadaşlığın kırgınlığında dile gelir sanki teknoloji; intikam alır gibi karşıdaki sesten. "Sen çekip gidersen hayatımdan silerim numaranı." imajı verir. Allah'tan karşıdaki ses de teknolojinin bu yalancı çıkarmışlıklarına aşinadır da uzatmaz bozuntusunu ama sen ;
"Telefonun kayıtlıydı ama hayret sen yaşıyor muydun?" diye surata buz gibi çarpan bir soruyla devam edersin acıtıcı konuşmaya. Kırgınlığını dile getirmeye yetmeyecektir aslında hatta üzüleceksindir onu üzdüğün için ama "Olsun."dur, sen çok üzülmüşsündür ya...

Elli dört dakikalık özet geçilmiştir ama tüm detayları anlatılmak istenir aslında onca yılın. Neler olmamıştır ki onca zaman; iki ayrı hikaye içinde kaç farklı hikaye yaşanmıştır kim bilir? Konuşmaya başladığında bilinçsizce içinde olduğun can acıtma arzusu konuşma ilerledikçe farkında olmaksızın yumuşar, yerini dün Kadıköy'de buluşmuşsun da bugün aklına dün atladığın, anlatmayı unuttuğun bir şeyi aktarmak için aramışsın hissi uyandırır karşı seste. Sen de o aynı hisle konuşursun; kayıp senelere hayıflanan kalbin ısınıverir birden. Ne güzel arkadaşlarım vardı benim, dersin. Ne kırgınlık kalır ne kızgınlık. Yeni neslin cesaretinden; bizim gibilerin sıkışıp kalmışlığından, esaretinden... söz ederken görüşmeyeli içinden çıkılmaz an'ların, durumların kölesi olduğunu söyleyen karşı sese destek olurken bulursun kendini; kendin sanki; kendini aşmışsın, içinden çıkılmaz durumlardan çıkmışsın da onun da ruhunu azad etmesi ikin telkinler dile getirirken bulursun kendini.

"Sekiz yıldır komadaydım, yeni uyandım say." dediğinde ise yalnız olmadığını hissedersin. Bizim gibilerin tutunamayışının normal olduğunu düşünürsün. Yargılamayı bırakıp affedersin birden. Kendini de karşı sesi de özgür bırakırsın. Diline eski bir şarkı dolanır telefonu kapattığında.

Hemen o şarkıyı açarsın, yüksek ses, peş peşe, defalarca, içine içine dinlersin, iki üç satırın yazılası gelmiştir. Tadı damağında kalmış dostluk satırlarıdır bunlar. Bir daha aramayacak/aranmayacak olsan da sözleşilmiştir ya beklersin. Söz verdiği saatte arasın istersin.

Not: Şarkının karşı sesle falan hiç alakası yoktur. Umut barındırır sadece. Eskiden çok dinlenirdi ve şimdi umut aşılarken hem iç sesine hem karşı sese tam da yeridir dersin bu şarkının.


şarkının linki aşağıda


https://www.youtube.com/watch?v=oMbJGqzc5us







3 Ekim 2019 Perşembe

dilenci




İki nefes çektim
seni diledim
beni gözlerine götüren bir trendim
yollar(d)a di(n)lendim
özlemlerimi vagonlarımda biriktirdiğimde
                kendimi senime yasak ettim
rayların yıpranmış demirlerinde
dilendim,söylendim
bir köşeye çekilip di(n)lendim.
                31.01.2011

2 Ekim 2019 Çarşamba

Nereliyim?


Güne her zamankinden erken başladım.
Karşıya geçmem gerekiyordu, arabayı Kadıköy'e bırakıp vapurla geçmişim iyi ki. Hem trafik derdinden kurtuldum hem de vapur yolculuğu iyi geldi. Deniz, sabah serinliği, gözümü alan güneş... öyle keyifliydi ki... Bu keyifle düşünceler arasında dolaşmak başka oluyor.
Sabah arabada dinlediğim radyoda "Nerelisiniz?" diyordu.
Nereliydim ben?
Ankara/ Polatlı doğumluyum ama ne Polatlı'yı bilirim ne Ankara'yı. Gitmişliğim var ama birkaç kez gitmekle oralı olunmaz ki...
Altı yaşımda Bursa'ya taşınmışız. Gölyazı'ya. Orada öğretmendi annem, babam. Bursa'yı da çok bilemedim ben çünkü çocuk şuuru/şuursuzluğu ile geçen sekiz yılın ardından Kütahya Anadolu Öğretmen Lisesini kazandım. Hayır Anadolu Lisesi değil, Anadolu Öğretmen Lisesi. Ne fark eder derseniz çok fark var. Eğitim bilimleri dersleri gördük biz diğer liselerden farklı olarak. Hoş şimdi ne o dersler var ne de öğretmen liseleri. Kendimi ait hissetmeye çok yakındım okuluma ama hiç oralı olmadığım tek yer Kütahya'dır. Çok insan tanıdım, çoook insan sevdim ve hayatımın en önemli noktalarına taşıdım o insanları Kütahya'da ama hiç oralı olamadım. Yatılı okulun gri duvarları, Kütahya'nın ayazı engeldi belki oraya ait olmama.
Sonra İstanbul...
Aşık olunan, aşıklara şahit, aşkın ta kendisi olan şehir... 1999 yazında gelip de gördüm ya Kadıköy meydanında yürüdüm ya yattım, kalktım üniversitede burayı kazanayım, diye dua ettim. "Hayırlısı olsun." dediler bana hep. "Hakkımda hayırlısı İstanbul olsun. " dedim. Kaderim İstanbul'a /İstanbul'da yazılsın istedim. Allah gönlüme göre verdi. dört yıllık açık cezaevim Kütahya sonrası özgürlükler şehri, özgür şehir İsatanbul'a transfer oldum. Üniversite beş yıl ve sonrası... hâlâ İstanbul.
Burada kendimi bulduğumu düşünüyorum. Bu şehir öyle bir şehir ki şeytana pabucunu ters giydirir. Ya yönünü kaybeder kaybolursun ya da sen, sen olduğunu kavrar, oturursun.
O yıllarda bana nerelisin diye sorduklarında "İstanbulluyum." derdim.
İstanbul'um derdim. Çünkü İstanbul da benim gibi çok şehirliydi, kalabalıktı, karmaşıktı, rengarenk, eğlenceli ve bir o kadar da hüzünlüydü. Ama en çok yalnızdı. İstanbul'dum ben, teşbihte hata var mıydı? Varsa da umrumda mıydı?
Son beş yıldır ise İstanbul'a da ait hissetmiyorum.
Nüfusum Eskişehir'e kayıtlıydı evlenene kadar; Eskişehir'i de bilmem ki ben. Akraba ziyaretleri dışında sokaklarında kaybolmuşluğum, atmosferinde yorulmuşluğum, yoğrulmuşluğum yok mesela.
Evlendim, bu kez kütüğüm Ankara'nın hiç bilmediğim bir köşesine uçtu. Orayı  ne gördüm ne de oraya gittim.
Vapurdan indim, karşıda işlerimi hallettim, Kadıköy' dönüp arabamı aldım, eve geldim.
Çoktan unuttum nihayete erdiremediğim "Nereliyim?" düşüncesini.
Ben hiçbir yerliyim epeydir. Peki siz nerelisiniz, hiç düşündünüz mü?




29 Eylül 2019 Pazar

gitmek gerek



“denizi var, kıyısı yok” şehirlerde tükettim kendimi
halbuki bende herkese yetecek güneş vardı;
her yeni günle yenilenirdi sevdalarım.
         şairin aşık olunca yaşadıklarını ben daha çocukken yaşardım
              fütursuzca…
         önce hayal kurmayı bıraktım(gerçeklerin içinde boğulurken)
                   uyudum uyandım aynı gün…
                               uyudum uyandım haymatlos.
Sonra “badem gözlüm beni unuttu.” 
(“elime değen öldü. yeşilim, nefesim, ezgilerim…”)
Karardım.
Sonra beklemeyi bıraktım;
“O geminin” dönmeyeceğini söylediler; inandım.
(kıyısız denizlerden nasıl dönülsündü!!!)
                        Nihayetinde de “içimdeki şarkı bitti.”
                        ne küçük bir çocuğum artık ne özgür…
                        ne memleketimdeyim ellerimde yıldızlar yok
                        ne de hayal/ şehrimde…
                                                                  Damla GÜLER ÖZTÜRK
                                                                   İstanbul- Kasım- 2017

28 Eylül 2019 Cumartesi

Ciddiye Alma Hastalığım Var Benim

"Ciddiye alma" hastalığım var benim. Haddinden fazla ciddiye alma.
Tanımadığım, bir daha asla görmeyeceğim insanları bile fazla ciddiye alıyorum. Kaldı ki eşimi, dostumu, arkadaşlarımı, iş arkadaşlarımı, tanıdıklarımı...
"Aman olsun be!" , "Bir şey olmaz." , "Boş ver!" diyemiyorum yahu.
Hiç diyemedim zaten de yaş aldıkça sanki daha bir diyemez oldum.
Boş veremediğim için de ciddiye alıyorum.
Giderek büyüyor içimde, her boş veremediğim. Hele ki tartışmasal boş veremeyişler kahreder oldu beni. Eskiden bu kadar değildim. Evet, oldum olası sevmem gerginlikleri, tartışmaları, dilemmaları... Şimdilerde ise sevmemenin ötesinde artık; gerginlik anında söyleyemediklerim beynimde büyüyor, büyüyor, migren olup çatlatıyor beni.
Beni düşünmeyip kıranları bile kırmamaya çalışmalarım... Onların umurunda olsaydım böyle yapmazlar diye düşünürken ya yanlış bir şey söylersemler...
Saçma...
Çünkü inceldiği yerden kopsa umurunda olmayacaklar için kalbimi ağrıtmaya değer mi hiç?
Değmediğini biliyorum ama yine de içimi kemiriyor sustuklarım. Sakinleşmem için çığlıklarca ağlamam gerekiyor. Ağlamalara da gelemiyorum, dayanamıyor artık bedenim. Gözlerim şişiyor, burnum kızarıyor, migrenim başlıyor, tansiyonum oynuyor...
Büyüdükçe ergenliğe dönüyor hislerim. Pınar bir gün demişti "İlkokul öğretmenleri hep çocuk kalır sen de liseliler ile takıla takıla ergen kalacaksın."
Ne doğru bir tespit.
Ergen hislerinden nasıl kurtulur insan?
Çok sıkıldım, çok.
Boş vermek istiyorum.

27 Eylül 2019 Cuma

Deprem


Coğrafya dersinde öğrendik onu:
Deprem: Yer kabuğunun derin katmanlarının kırılıp yer değiştirmesi veya yanardağların püskürme durumuna geçmesi yüzünden oluşan sarsıntı, yer sarsıntısı, hareket, zelzele:

Ama 99 'un 17 Ağustos'unda 03.02 de garip bir şekilde uyandık. 

Çok sevdiğimiz amcamız ve yengemiz bize gelmişti, odamızı onlara vermiştik ve  oturma odasındaki üçlü koltukta ben, yer yatağında da kardeşim yatıyordu. Amcam ve yengem geldiği için (rutinimizin dışında) geç saatlere kadar oturmuş, keyifli bir akşam geçirmiştik. 02.30 civarı yataklarımıza dağılmıştık. Ben farkında değildim ama  daha bizimle otururken  içi uyuyan kardeşim yatar yatmaz uyumuştu. Benim de içim geçmek üzereydi ki yattığım koltuğun sallandığını hissettim. Kardeşime kızmıştım hatta "Sallama şu koltuğu!" diye. Ama baktım durmuyor doğruldum yattığım yerden, bu kardeşimin sallaması değildi. Yengem, annem ve babam ayaklanmıştı. Amcam uyanmış ama sarsıntı geçtiğinde uyumaya devam etmişti. Babam da panikten olsa gerek neler oluyor diye seslendiğimizde "Yok bir şey, yok bir şey; deprem oluyor." demişti. Babamın telkini ve henüz tanımadığım ama coğrafya dersinden aşina olduğum depremin tanımı ile uykuya geçmiştim. Sabah da erkenden kalkıp hazırlanıp yollara düşmüştük. Kemalpaşa'daki Su Uçtu Şelalesi'ne gitmeyi çok önce kararlaştırmıştık. Uyanınca Tv açmak alışkanlığımız ya da ihtiyacımız ve şimdilerde ellerimizden düşürmediğimiz telefonlarımız yoktu ve biz önceki gece olanları neredeyse gün sonunda yani gezimizden dönerken öğrenecektik. Nereden bilebilirdik ki depremin yerin altını üstüne getireceğini. Çok şükür biz sadece sallanıp geçmiştik ama İzmit-Yalova :(( yerle bir olmuştu. Günlerce, haftalarca etkisinden çıkamadım. Yıkıntılar altında kalanlara ağladım, umudun tükendiği anlarda kurtulanlara bayram yaptım tüm ülke gibi. 

O sene İstanbul'a üniversite okumak için gelmiştim. Depremi artık malesef tanıyordum. Birkaç kez yurtta hissettik ama hafifti. Bir hafta sonu(12 Kasım) Maltepe'de teyzemdeyken yaşadık. Çok uzun sürmüştü yine ve şiddeti çok yüksekti belli ki. Annemle telefonda konuşuyordu teyzem ve sarsıntı başladığında aslında paniklemişti ama iki oğluna ve bana hissettirmeden hem bizi toparladı hem yemeğin altını kapattığı gibi  üçümüzü beş kat aşağı sağ salim indirmişti. Biz iyiydik çok şükür. Telefonun diğer ucunda deprem olduğunu duyan annemler bize ulaşmak için dakikalarca aramışlardı bizi. Düzce'de olmuş bu kez deprem :(  Amcamlar, halamlar Düzce'de.... Arıyoruz, ulaşamıyoruz, babam kalkıp Düzce'ye gitmekten bahsediyordu,  kaygılarımızın yoğunlaştığı bir an amcamın teli açıldı ve "Yeğenim biz iyiyiz ve halanlar da iyi." dedi. Ama Düzce  toparlanmak için çok uzun zaman çaba harcadı.


Korkmuştum, üzülmüştüm, artık depremi tanıyordum. Ama 2014 Haziran'ında 6. kattaki evimizde daha kırkı çıkmamış ikizlerim, annem ve ben yaşadık depremi. İzmit ve Düzce depremi kadar yüksek şiddetli değildi ama uzun sürmüştü. Bu kez kendimi çok çaresiz hissetmiştim. İkizlerden birini annem aldı kucağına diğerini ben aldım. Ne yapacağımı bilemez deprem tatbiklatlarında öğretildiğince hemen ocağı kapatıp kendimizi güvenceye aldık. İnmedik bu kez. Çünkü merdiven ve asansörlerden uzak durun deniyordu. Kendin için korkmak farklı bir duyguydu. 2014 Mayısında hayatımıza giren ikizlerimden sonra öğrendim ki başkası için korkmak çok daha ağır. Minnacıklardı daha, çaresiz ve her şeyden habersiz. Anne olmak ne demek o zaman anlamaya başladım. 


Bir kez de "Dünya bir yana, Marmaris bir yana...." dediğimiz harika tatil günlerimizden birinde yaşadık depremi. 2017 Temmuz Bodrum depremi.... Çok şiddetli hissetmiştik yine onu.  İkizler daha üç yaşındaydı. Onları uyuturken ben de uyuyakalmışım ki yatağın sallandığını hissettim. İkizlere sarıldım yatakta, sarsıntının geçmesini bekledim. Eşim de bizim yanımıza gelmişti. Biz çocukları kucaklayıp aşağı inmeye hazırlanırken kapımızı çaldılar "Deprem oldu, aşağı inin." diye. İndik  tüm tatilciler gibi biz de bekledik uzun süre. Çoğu daha geceye yeni başlayalardandı. Sonra baktık insanlar çıkıyor odalarına, biz de çocukları uyutalım yine; diye çıktık odamıza. Ama odaya çıkmamız ve sarsıntının başlaması bir oldu. Hemen çantaya çocuklar için birkaç parça kıyafet ve yiyecek (mama, bisküvi, süt, su) aldım. Aşağı indik. tekrar. O geceyi arabada geçirdik. Çocuklar oto koltuğunda uyudular. Beşik gibi sallandık sabaha kadar. Ertesi gün tatili bitirip İstanbul'a döndük ama içim içimi yiyordu. Olası İstanbul depremi ile ilgili birçok bilim adamının hazırladığı senaryolar vardı ve ben onları okuyup duruyordum. İstanbul'dan gitmek lazımdı ama olmadı, işler güçler... Ne yapmalı ne yapmalı derken evi taşıdık en azından zemini daha sağlam ve az katlı bir binaya. Deprem anında neler yapmalı diye düşündük. Hazırda bir çanta bulundurduk uzun süre. Ama çantayı güncellemeyi ihmal ettik :( 

Bir gün İstanbul'da olacak depremi bilerek yaşamaya başladık ama hayatın rutini içinde o kaygılarımız, korkularımız geri plana atıldı maalesef. İnsan çabuk alışıyor ve unutuyor sanırım. 


Bugün 26 Eylül, Silivri açıklarında bir deprem daha yaşandı, neredeyse 6 şiddetinde. Çok şükür kayıp ve büyük hasar yoktu. Ama çocukları okuldan almaya nasıl gittim anlatamam size. Trafik berbattı, telefon şebekeleri iptal olmuş, kimse kimseye ulaşamıyordu. Çocuklarımı diğer anneler gibi çok şükür sağ salim aldım, evimize geldik( 7 dakikalık yolu 1.5 saatte geldik ama şükür gelmiştik.) Depremden birkaç saat sonra yine rutinine döndü İstanbul. 


Ama ben çocuklarımı uyuttuktan sonra hemen çanta güncellemesi yaptım. 

Allah yaşatmasın, bu gerçek ile yaşamamız gerekiyor ama daha bilinçli, daha tedbirli. 
İstanbul'da deprem anında neler olabileceğini hayal bile edemiyorum diyorsanız deprem senaryolarını okuyun lütfen. Bunu moral bozmak için demiyorum, önlem alalım diye yazıyorum. 
Allah kimseye vermesin. 










25 Eylül 2019 Çarşamba

Arkadaşlık Üzerine

   

Arkadaşlara daima önem veririm ben. Arkadaşlarım olmadan keyif alamam yediğimden, yaptığımdan. En yakın arkadaşım da kardeşimdir. Kimine tuhaf gelebilir ama biz kardeşliğimizin keyfini arkadaşlığımızla çıkarırız. Kardeşimden başka onlarca arkadaşım var benim. Hele eskiden yüzlerce desem mübalağa olmaz. 
Yıllar ilerledikçe arkadaşlarım da arkadaşlık anlayışım da değişti. Arkadaş sayımın değişmemesi beklenemezdi dolayısıyla. 
Avuç içi kadar öğrenci evlerinde dünyalar kadar geniş, dopdolu sohbetler, dönülmez yollar sandığımız ama bugün düşündüğümde evin önündeki yol kadar tanıdık yollar; çözülmeyecek sandığımız(!) dertlerimiz, sonsuz hayallerimiz, ne yaşanırsa yaşansın tükenmez umutlarımız vardı bizim. Şarap içer, çekirdek çitlerdik; pis yedili/pişti oynardık tüm gece. 
Sabaha doğru gün doğumundaki serinliği yüzümüzde hissedip gerçek dünyaya dönmek için yürüyüşe çıkardık. Kahkahalarımız iç içeydi gözyaşlarımızla. Aynı bahçenin çiçekleri gibi aynı suyla beslenirlerdi. 
Hiçbirimiz bir diğerinin mutsuzluğu ile keyiflenmezdik.  
Ayak kaydırma nedir; iftira, entrika nedir hiç bilmezdik. 
Hayatlarımız da harçlıklarımız da üç aşağı beş yukarı aynıydı. 
Devletin verdiği geri ödemeli bursu hiç geri ödemeyecekmişiz gibi rahat rahat harcar,  bursumuzu alır almaz doldurduğumuz "aylık akbil"lerimizle İstanbul'un altını üstüne getirirdik. 
Arkadaşlık deyince üniversite yıllarımdan bahsetmem normal mi?
Üniversitede çok sağlam arkadaşlıklarım oldu. Hala görüştüklerim de var aralarında. Çok özlediklerim. Şansa bir araya geldiğimizde dün ayrılmış kadar keyifli söyleştiğim yıllardır görmemiş kadar sıcak sarıldığım insanlar var. Çok şanslıyım. Dostluk mertebesine geçmişler onlar demek ki...
Onlar dışında şu an ismini bile hatırlamadığım arkadaşlarım oldu. Bir Ankara- ODTÜ gezisinde tanıştığım bir Fransız bir arkadaşım vardı. Çağrışım oyunu oynamıştık birkaç arkadaş yol boyu. Türkoloji okuduğu için kolay anlaşıyorduk yoksa ben Fransızca bilmiyorum :)) "Çok hızlı konuşuyorsun, yavaş ol anlamıyorum." derdi. Yıllar sonra öğrencilerim de bana "Hocam yavaş, yazarken yetişemiyoruz." derlerdi. 
Cemrelerin üçüncüsünün düştüğü bir akşam da sevdiğim bir arkadaşım da konuşurken gözlerinin içine bakmamı istemişti. Gerçeklik sorgusu, diye adlandırıyordu. O gün bugündür insanlarla konuşurken dikkat ederim gözlerinin ta derinine bakmaya. Hala acaba gerçekleri soruguluyor mudur insanların gözlerinde bilmiyorum. Kim bilir belki sadece beni keklemiştir :) 
Bir arkadaşımla da kitap okur, okuduğumuz kitap üzerine yazardık sayfalarca. O arkadaşlar iletişimimiz koptu belki ama ben hala saklarım o yazılarımızı. 
Denizde kum... bende arkadaştı bir zamanlar dedim ya..
Şimdi mi?
Şimdi beni ben yapan, bana kendini katan arkadaşlarım var. Beni üzenler, beni düşünmeyenler, bana kıymet vermeyenler umurumda bile değil. Benimle olmak isteyenler için her çabam. 
Ötesi Allah'a yakın olsun. 


Kimim Ben

     

       38 yaşındayım.
       Kadınım.
       Anneyim
       Bir öğretmenim. (Mezuniyetimden tam bir sene öncesine kadar durmaksızın çalıştım.)
       Fedakâr bir eşim.  (Fedakâr sıfatı neye dayanılarak yazıldı bilemiyorum.:) Sadece eşim yazınca olmayacak diye mi birden yazdım ki yoksa fedakârlığım tartışılır yani.
       Anneliğime gelince kötü bir anne değilim, diye düşünüyorum. Ama biraz daha sabırlı olmalıyım.         Fazla mı kuralcıyım acaba?
       Esneklik düzen bozar mı?
       Düzen bozulursa işler ters mi gider?
       Ben hala düzenli bir insan mıyım gerçekten? Eskiden hem düzenli hem de planlıydım. Bugünkü - yarınki işlerimi planlarken bir ay sonra hangi tiyatroya ya da konsere gideceğimi de planlar ona göre yaşardım. Sabah -öğle- akşam - gece diye değil de sabah- öğlene doğru -öğlen - öğleden sonra- akşamüstü, akşam, gece, gece yarısı- sabaha doğru diye dilimlerdim zamanı; hemen her birine de ayrı insan, ayrı eylem, ayrı sohbetler sıkıştırırdım.
        Şimdi mi? Şimdi "bütün gün" içinde "yarım yamalak ben" doğaçlama yaşıyorum.
        Peki beni mutsuz eden içinde bulunduğum plansızlık mı yoksa yaşımla ters orantılı gelişen arkadaşlıklarım mı?
     


22 Eylül 2019 Pazar

Ölüm Üzerine


Ölmek...
Bedensel kayboluş, ruhların özgürlüğü...
Son beş yıla kadar uzaktan tanırdım ölümü... Keşke hep uzakta kalsaydı ölüm.  Çok sevdiklerim yanımızda olsaydı hep ama sıraları gelmiş ve gitmişlerdi. "Allah sıralı ölüm versin." sözünü iliklerimize kadar işlemiş. "Allah Hayırlı şifalar versin." sözünün ise ölümün de bir şifa olduğunu şimşek gibi çakmıştı kalbimize. Ölümün tüm acıları dindirdiği göz önünde bulundurulursa sevdiğiniz biri için hiç istemeseniz de bu şifayı dileyebiliyorsunuz:(

Bedenlerini görüp sarılamadıklarım, sesini duymak istediğimde hala kayıtlı telefon numaralarını çevirip özlediğimi söyleyemediğim insanlar, sanki  ben aramazsam onları ya da gitmezsem yanlarına, diyarlarına hep yerlerinde hoş gibiler, dönülmez uzaklara gitmemişler de hep var gibiler. Gülüşleri, bakışları, sıcaklıkları gözlerimi kapattığımda zihnimde... Ne söyleyeceklerini biliyorum sanki...  sanki  biraz daha zorlasam hissedeceğim....


Her ölümde insan, ölmüşlerini de sanki yeniden kaybediyor, yanındakilere ise Allah uzun ömür versin, diye dua ediyor.  Çok da uzun sürmüyor güncel yaşamın kaosunda. Bu iyi mi kötü bilmiyorum ama acısını bile yaşayamıyor insan çoğu zaman. Şehir, kalabalık, sorumluluklar hafifletiyor belki de insanın katlanamayacağı bu acı yükü yoksa insan nasıl devam etsin... 


Montaigne- Denemeler'i ilk okuduğumda yani daha küçük bir çocukken bile beni en çok etkileyen deneme "Ölüm Üzerine" ydi. Montaigne defalarca yazmış o denemeyi ve diğerlerini, en doğru formunu vermek için. 


"....Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa ölümümüz de her şeyin ölümü olacak.

Öyleyse yüzyıl daha yaşamayacağız, diye ağlamak; yüzyıl önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir."                                                                                                         Montaigne
Mutlaka okuyun okumadınızsa en azından o denemesini.

Bir de yine bir link koyuyorum. Bu da ölümü, gidişleri, hüzünleri yaşatıyor bana.

https://www.youtube.com/watch?v=pLuTKKMQs9A


Niye ölüm üzerine yazdın, neden bu kadar kopuk kopuksun? diye düşünürseniz
Bugün ülke gündemine şak diye oturan güzel melek Neslican'ın ölümü, beni çok etkiledi; dağıldım. Çok kısa bir süre önce çok yakın bir arkadaşım söz etmiş ardından haberlerde izlemiştim. Hiç tanımadığım bu insan acıları ve mücadelesi ile milyonlara umut olmuş meğer sosyal medyada. enerjisi, gülüşü öyle sıcaktı ki... Herkes benimsemiş,sahip çıkmış ona.
Hayatını kaybettiğini öğrenmek insanı hüzünlendiriyor.

Huzurla uyu Neslican, Huzurla uyuyun tüm gidenlerimiz...



20 Eylül 2019 Cuma

Yağmur

korkmuyorum artık senden gece
korkmuyorum hiç karanlık
üzerime gel istersen
sar beni ben kaçıp gitmem
korkmuyorum artık senden yalnızlık
korkmuyorum hiç korkmuyorum
yüreğime vur vur istersen
kalmadı hiç kaçıp gitmem
sokaklarda yanımda dolaşan yağmur
geceleri başucumda duran yağmur
avucumda ellerin yerine yağmur
vur yüzüme vur yüzüme.....
                              Cem Adrian

Yağmurlu bir İstanbul sabahına uyandık, zehir yağmuru diyenler var. Tuzla'daki yangın sonrası kimyasallar barındıracak yağmur falan filan.. Yağmur dediğin zehir barındırmaz. Arındırır insanı. Sizin için anlamı nedir yağmurun bilmiyorum ama benim için çocukluğumdur yağmur. Altı yaşımda taşındık Bursa'ya ve sonbahar ile başlardı yağmur o zamanlar Bursa'da. O yağmur günlerce sürerdi. Dışarı çıkıp oynayamazdık kardeşimle. Bu bitmek bilmeyen yağmur bizim gibi Eskişehirde doğmuş çocukları çok şaşırtıyordu. Cama vuran yağmur tanelerini izler onlardan kendimize  hikayeler uydururduk kardeşimle. Daha çok ben, uydurmalarımı anlatırdım ve canım kardeşim keyifle dinlerdi beni. Çok küçüktü ama beni anlardı sanki... İçimdeki anlatma arzusunu köreltmedi benim. Büyüdüğümüzde de anlattım durdum ve hep beni dinledi/dinler sağ olsun.
Yağmur zehir taşımaz o yüzden. Yağmur çocukluğumu getirir. Çocuk masumiyetimizi,hayallerimizi, umutlarımızı....
Dilime dolanan müthiş şarkının linkini aşağıya koyuyorum, haydi siz de dinleyin Cem Adrian'ı ve arının.

https://www.youtube.com/watch?v=7CkYqAjusKA

en çok okunan

Günyüzü

 Kütüğüne kayıtlıların  kalp sızıları ilee ters orantılıdır  adı Günyüzü'nün.  Boz, buruk, yorgun taşlarını kırıp Yeni betonlar diktiler...